Evliya Gibi Bir Melik
Nureddin Mahmud Zengi, “evliya gibi
bir melik” Âmin Maalouf’un Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı eserinde
onun için kullandığı ifade bu şekilde. Mütevazılığı ve adaletiyle halkına
hükümdar değil hizmetkâr olan bir melik, bir sultan… “uzun boylu, yağız tenli
geniş alınlı ve yumuşak bakışlı bir lider…” bu insanı bilmek ve anlamak, onun
erdemlerine sahip olmak gerekir. Ancak ülkemizce maalesef çok az bir kitle
tarafından biliniyor ve o da sadece isimle sınırlı kalıyor. Bu nedenle bu
makaleyi onu iyi tanıdığıma inandığım için tanıtmayı görev saydığım için bu
konuyu ele alıyorum. “Geçmiş zaman
hükümdarlarının hayatlarını okudum ve orada Hülefa-i Raşid’in hariç Nureddin
kadar erdemlisine ve adiline rastlamadım.” Musullu tarihçi İbn-ül Esir’in 1231
yılında yazdığı el kâmil fi’t tarih adlı dev eserinde onun için böyle söylüyor.
Nureddin,
babasının iyi özelliklerini benimseyip sürdüren ve kötü özelliklerini de
almamış bir liderdi. Sertlikle gaddarlıkla değil adaletle, merhametle yenen ve
bunu düşmanları için ölümcül bir silah olarak kullanmayı bilen bir hükümdardı.
Psikolojik savaşın öneminin farkındaydı ve bunu da en iyi şekilde kullanırdı.
Yine İbn-ül Esir’in eserinde geçen bir hikâye bunu en iyi anlatan kesitlerdendir.
Nureddin
tarafından cihada davet edilen Cezireli bir emir şöyle yakınmaktadır:
“Nureddin’in çağrısına yanıt vermezsem,
iktamı elimden alır çünkü sofulara ve zahitlere dualarıyla kendisini
desteklemeleri ve Müslümanları cihada teşvik etmeleri için mektuplar göndermiş
bile. Şu anda bu adamlardan her biri müritleri ve yoldaşlarıyla birlikte
oturmuş, ağlıyor ve beni lanetliyordur. Eğer lanetlenmekten kurtulmak
istiyorsam onun dileğine uymalıyım.”
İşte bu şekilde çağdaşlarının aksine
çağın üstünde propaganda yöntemlerini biliyor ve bunu da çok iyi uyguluyordu.
Halkı önünde her zaman mütevazı ve mahcup bir duruşu vardı. O ‘dinin ışığı’
anlamına gelen Nureddin yerine asıl adı olan Mahmud’u kullanıyordu. “ hatta
savaşlardan önce, ya Rabbim zaferi Mahmud’a değil İslama nasip et, Mahmud
köpeği kim ki zaferi hak etsin. “[1]
derdi. Onunla ilgili anlatılacak hikâyeler bitmez. Yine İbn-ül Esir’in eserinde
geçen bir hikâye:
“Bir
seferinde Nureddin’in karısı ihtiyaçlarını karşılayacak kadar parası
olmadığından yakınmıştı. Nureddin, ona Humus’ta kendi mülkü olan ve yılda
yaklaşık 20 dinar gelir getiren 3 dükkân verdi. Kadın bu miktarı yeterli
bulmayınca Nureddin ona şöyle dedi: “Benim başka hiçbir malım yok, elimin
altındaki paraya gelince; ben Müslümanların hazinedarıyım başka hiçbir şey
değilim ve senin yüzünden onlara ihanet etmeye veya cehennem ateşinde yanmaya
niyetim yok. “
Şimdi de onun imar çalışmasında
bahsetmek istiyorum. Onun en büyük eserlerinden birisi ki gelecekte birçok
başarılı liderlerin de eğitim gördüğü kurum olan ilk dar-ül hadis’in
kurucusudur, yani bugünkü karşılığıyla hadis üniversitelerinin. O peygamberin
sünnetine çok bağlı birisiydi ve o nedenle bu kurumları çok önemsiyordu.
Bunların dışında kurdurduğu bimaristanlar sayesine kendi döneminde yaşanan
tarihi Halep depreminde halkını en az kayıpla kurtarmıştır. Haberleşme için
kurdurduğu birçok güvercin istasyonlarıyla bu alanda çok büyük gelişimi de
sağladı. Bunun yanında ülkesindeki medreseler onun zamanında dünyanın en
iyileri arasındaydı.[2]
Yaptığı
en önemli işlerden birisi Şam’ı kan dökmeden alarak İslam dünyasının batısını
birleştirmesi olmuştu. Babası İmadeddin Zengi tarafından defalarca kuşatılan
ama alınamayan Şam, onun döneminde alınmıştır. “Nureddin hiç savaşmadan, kan
dökmeden Şam’ı fethetmiştir. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır kendisini boyunduruk
altına almaya çalışanlara, Haşhaşinlere, Frenklere ve Zengi’ye karşı amansızca
direnen şehir hem emniyetini sağlamayı hem de bağımsızlığına saygı göstermeyi
vaat eden bir emirin tatlı sert kararlılığının cazibesine kapılmıştır. Bu
kararına hiç pişman olmayacak, Nureddin ve ardılları sayesinde tarihinin en
şanlı dönemlerinden birini yaşayacaktır.”[3]
O
dönemde yaşamış bir şair ve edebiyatçıların onu öven birçok eseri vardır. O
eserlerinden birisi de İbn Kayserani’nin bir şiiridir:
Bu kesin azimler kararlardır.
Kılıç sallayarak yapılan çığırtkanlıklar değildir.
Bu cömertlik ve keremlerdir.
Kitapların yazdığı değildir.
Bu himmetlerdir ne zaman
konuşacak olursa, peşi sıra şairler ve hatipler artık sürçülisan ederler.
Ey İmadüddin’in oğlu, geride emek
ve yorgunluk bırakarak bu işin zirvesine çıktın.
Deden hep yüksek binalar
kurardı. Nihayet kazıkları yıldızlar
olan bir kubbe yaptın.[4]
Selahaddin Eyyubi gibi bir liderin
yetiştirilmesinde de çok önemli bir yeri vardır. Haçlılar Mısır’a sefer
düzenlediklerinde onu hiç istemediği halde amcasıyla birlikte Mısır’a göndermiş
ve Selahaddin Eyyubi’nin sultanlığa kadar giden yolunu açmış oldu. Ölümüne
yakın dönemlerde aralarının bozulmasına rağmen onu kendisinin devamı olarak
görüyordu. Aynı zamanda İslam dünyasındaki iki başlılığa sebep olan Fatımi
sorununu da onun vasıtasıyla aşmış ve Mısır’ın ve Şam[5]’ın
sultanı lakabını da kazanmıştır.
Onu sağlığında en çok istediği en
çok istediği şeylerden birisi Kudüs’ün alınmasıydı ki sağlığında bu amacına
ulaşamasa da öldükten sonra ardılları onun açtığı yolda ilerleyerek onun
amacını gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca Halep atabeyi olduğu dönemde Kudüs’ün
alınmasından sonra Mescid-i Aksa’ya yerleştirmek için de bir minber
yaptırmıştır. Halep’te muhafaza edilen bu minberi Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü
aldıktan sonra Selahaddin Minberi adını vererek bu minberi Mescid-i Aksa’ya
yerleştirdi. 1969’da yapılan bir saldırıyla yakılan minber Tür mühendisler
tarafında yakın bir tarihte yeniden yapılarak yerine yerleştirilmiştir.[6]
Onunla ilgili çok iyi bilinen bir rüyayı da sizinle paylaşmak istiyorum:
İki tane gayr-i Müslim, Endülüs'ten Medine'ye gelerek Peygamberimiz
(sas)'in vücudunu kaçırmak istediler. Bunlar Müslüman kılık ve kıyafetine
girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye girmişlerdi. Mescid-i Nebevî'nin kıble
tarafından Kabr-i Şerife çok yakın bir eve yerleşmişlerdi. Bunlar, namazları
Mescid’de kılıp Peygamberimiz (sas)'in kabrini ziyaret ediyorlar, her sabah
Bâkî Kabristanı'na, cumartesi günleri de Kuba Mescidi'ne gidiyorlardı. Kılık
kıyafetleri ve fakirlere yaptıkları yardımlarla halkın güvenini kazanmayı
başaran bu kişiler, Peygamberimiz (sas)'in mübarek vücudunu kaçırmak için
geceleri bulundukları evden Peygamberimiz (sas)'in kabrine doğru gizlice tünel
kazmaya başlıyorlar. Buradan çıkan toprakları torbalara doldurarak kabirleri
ziyaret bahanesiyle Cennet'ül-Bakî Kabristanı'na döküyorlardı. Kazdıkları
tünel, Peygamberimiz (sas)'in kabrine iyice yaklaşınca büyük bir tehlike ortaya
çıktı. Ama halkın bundan haberi yoktu.
İşte tam bu sırada adaletli bir hükümdar olan Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi Aksungur (1146–1174) teheccüd namazını kılıp yatmıştı. Rüyasında Peygamberimiz (sas)'i gördü. Efendimiz (sas) iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin, beni bunlardan kurtar!" dedi. Hükümdar, bu rüyanın tesiriyle bağırarak uyandı. Abdest alıp namaz kıldıktan sonra yattı. Yine aynı rüyayı gördü. Yine feryat ederek uyandı. O gece aynı rüyayı üç defa görünce kalktı ve iyi bir insan olan veziri Cemaleddin Mavsilî'yi yanına çağırdı ve gördüğü rüyayı anlattı. İstişare ederek Medine'ye gitmeye karar verdiler. Kimseye duyurmadan hükümdar, veziri ile beraber yirmi süvari ve pek çok eşya ile Şam'dan yola çıktılar, gece-gündüz devam ederek 16 günde Medine'ye vardılar. Hükümdar, abdest alıp, Mescid-i Nebevî'ye girerek iki rekat namaz kıldı ve Peygamberimiz (sas)'i ziyaret etti. Medine halkı hükümdarın yanına toplanmıştı. Vezir, "Hükümdar, peygamberimizi ziyaret maksadı ile gelmiş, yanında da sizlere hediye getirmiştir. Medinelilerin isimlerini yazın." dedi. Onlar da bütün Medinelilerin isimlerini yazdılar. Bu isimlere göre herkes gelip hükümdardan hediyesini almaya başladı. Bundan maksat, Peygamberimiz (sas)'in rüyada "Beni bunlardan kurtar." dediği o iki kişiyi tanıyıp tespit etmekti. Bunun için halk hediyeleri hükümdarın huzuruna gelerek aldılar bu esnada hükümdar gelenlere dikkatle bakıyordu. Herkes hediyelerini aldı. İsim listeleri bitti. Fakat hükümdar bu gelenler arasında peygamberimiz tarafından rüyada kendisine gösterilen iki kişiyi gösteremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki, "kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler. "Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura getirildiler. Hükümdar onların rüyada kendisine gösterilen kişiler olduğunu tanıdı ve kendilerine, nereli olduklarını sordu. Onlar da:
"Biz Endülüs'ten hac maksadıyla geldik ve bu sene peygamberimizin yakınında bulunmayı arzu ettik." dediler. Hükümdar nerede kaldıklarını sordu. Mescidin yakınında olduklarını söylediler. Hükümdar onlarla beraber evlerine gitti. Evde süslü kitaplar ve değerli eşyalar gördü. Bu arada halk, onların her gün oruç tuttuklarını, namazları mescitte kıldıklarını ve hiçbir dilenciyi boş çevirmediklerini söyleyerek bunları övüyorlardı. Nureddin Zengi, odayı dolaştı ve burada serilen hasırı kaldırdı. Baktı ki, altında kazılmış bir tünel var. Tünel, Peygamberimiz (sas)'in kabrinin yanına kadar uzanıyordu. Bunu gören halk mahcup olup başlarını önlerine eğdiler ve artık söyleyecek bir şey bulmadılar. Bunun üzerine hükümdar bu iki kişiyi sorguladı. Onlar da gerçekten Müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. Bunu yapabilmek için derviş kıyafetlerine bürünerek halkı kandırdıktan sonra geceleri tünel kazmaya devam ettiklerini ifade ettiler ve "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler. Bundan sonra da Peygamberimiz (sas)'in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. Bu olay H. 557, Miladi 1162 yılında vuku bulmuştu.[7]
İşte tam bu sırada adaletli bir hükümdar olan Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi Aksungur (1146–1174) teheccüd namazını kılıp yatmıştı. Rüyasında Peygamberimiz (sas)'i gördü. Efendimiz (sas) iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin, beni bunlardan kurtar!" dedi. Hükümdar, bu rüyanın tesiriyle bağırarak uyandı. Abdest alıp namaz kıldıktan sonra yattı. Yine aynı rüyayı gördü. Yine feryat ederek uyandı. O gece aynı rüyayı üç defa görünce kalktı ve iyi bir insan olan veziri Cemaleddin Mavsilî'yi yanına çağırdı ve gördüğü rüyayı anlattı. İstişare ederek Medine'ye gitmeye karar verdiler. Kimseye duyurmadan hükümdar, veziri ile beraber yirmi süvari ve pek çok eşya ile Şam'dan yola çıktılar, gece-gündüz devam ederek 16 günde Medine'ye vardılar. Hükümdar, abdest alıp, Mescid-i Nebevî'ye girerek iki rekat namaz kıldı ve Peygamberimiz (sas)'i ziyaret etti. Medine halkı hükümdarın yanına toplanmıştı. Vezir, "Hükümdar, peygamberimizi ziyaret maksadı ile gelmiş, yanında da sizlere hediye getirmiştir. Medinelilerin isimlerini yazın." dedi. Onlar da bütün Medinelilerin isimlerini yazdılar. Bu isimlere göre herkes gelip hükümdardan hediyesini almaya başladı. Bundan maksat, Peygamberimiz (sas)'in rüyada "Beni bunlardan kurtar." dediği o iki kişiyi tanıyıp tespit etmekti. Bunun için halk hediyeleri hükümdarın huzuruna gelerek aldılar bu esnada hükümdar gelenlere dikkatle bakıyordu. Herkes hediyelerini aldı. İsim listeleri bitti. Fakat hükümdar bu gelenler arasında peygamberimiz tarafından rüyada kendisine gösterilen iki kişiyi gösteremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki, "kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler. "Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura getirildiler. Hükümdar onların rüyada kendisine gösterilen kişiler olduğunu tanıdı ve kendilerine, nereli olduklarını sordu. Onlar da:
"Biz Endülüs'ten hac maksadıyla geldik ve bu sene peygamberimizin yakınında bulunmayı arzu ettik." dediler. Hükümdar nerede kaldıklarını sordu. Mescidin yakınında olduklarını söylediler. Hükümdar onlarla beraber evlerine gitti. Evde süslü kitaplar ve değerli eşyalar gördü. Bu arada halk, onların her gün oruç tuttuklarını, namazları mescitte kıldıklarını ve hiçbir dilenciyi boş çevirmediklerini söyleyerek bunları övüyorlardı. Nureddin Zengi, odayı dolaştı ve burada serilen hasırı kaldırdı. Baktı ki, altında kazılmış bir tünel var. Tünel, Peygamberimiz (sas)'in kabrinin yanına kadar uzanıyordu. Bunu gören halk mahcup olup başlarını önlerine eğdiler ve artık söyleyecek bir şey bulmadılar. Bunun üzerine hükümdar bu iki kişiyi sorguladı. Onlar da gerçekten Müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. Bunu yapabilmek için derviş kıyafetlerine bürünerek halkı kandırdıktan sonra geceleri tünel kazmaya devam ettiklerini ifade ettiler ve "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler. Bundan sonra da Peygamberimiz (sas)'in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. Bu olay H. 557, Miladi 1162 yılında vuku bulmuştu.[7]
Haçlı Seferleri döneminin en önemli isimlerden birisi olan
Nureddin Mahmud Zengi’yi iyi bilmek ve onu yaşatabilmek gerekir. O dönemdeki
diğer Türk ve Arap sultanlarının şatafatlı lakapları veya şatafatlı giysilerine
alışmış halkın gözünde o mütevazı ve sadeliğiyle ün kazanmış ve sevilmiştir.
Gerektiğinde düşmanı olan Kudüs Kralı’nın ölmesi sonucu ailesine baş salığı
dilemesini de bilen bir sultandı. Sultan diyorum çünkü Fatımi Halifeliği’ne son
verdikten sonra Abbasi Halifesi tarafından kendisine sultanlık verilmiştir.[8]
Oysa günümüzde birçok kaynakta Atabey olarak geçer. Ancak şu da bir gerçektir
ki önemli olan lakabı değil yaptıklarıdır. Kendisinin de bu konudaki tutumundan
yukarıda da bahsetmiştik. Onu iyi tanımanın önemini tekrar vurgulamak istiyorum
ve onun faziletlerini kendimize uyarlamanın öneminin de altını tekrar tekrar
çizmek istiyorum. Bundan sonra da onu araştırmanızı ve öğrenmenizi tavsiye
ediyorum.
[1] Maalouf, Amin
(çev. Mehmet Ali Kılıçbay) (2006),Arapların
Gözüyle Haçlı Seferleri, s.139 İstanbul: yapı kredi yayınları
[2] Nureddin
Mahmud Bin Zengi ve İslam Kurumları Tarihindeki Yeri Doç. Dr.
Bahaeddin Kök İŞARET YAYINLARI
[3] Maalouf,
Amin (çev. Mehmet Ali Kılıçbay) (2006),Arapların
Gözüyle Haçlı Seferleri, s.146 İstanbul: yapı kredi yayınları
[4]İbrahim Ethem
Polat’ın Arap Edebiyatı Penceresinden Ortaçağda Haçlı Seferlerine Karşı
Türklerin Mücadeleleri adlı makalesinden.
[5] Şam, o dönemde
Suriye bölgesine verilen genel addır.
[6] http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010.05.12/simge_minberde_turk_imzasi
[7] Eyüp
Sabri Mir'at-i Medine c. 2, s. 684. Vefâü'l-Vefa Bi ahbâr-i Dâr'il-Mustafa, c,
2, s. 648, et'Tarif, s. 76)
[8] Maalouf, Amin
(çev. Mehmet Ali Kılıçbay) (2006),Arapların
Gözüyle Haçlı Seferleri, İstanbul: yapı kredi yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder